Mekteb-i Sultani’nin Kuruluşu

Mekteb-i Sultani’nin kuruluşu, esas itibariyle bir ihtiyacın giderilmesini öngörmekteydi. Batılılaşma sürecinin yaşandığı dönemler olan II. Mahmut ve Tanzimat devirlerinde, eğitim alanında da yenilikler yapılmaya başlanmıştı. Tanzimat Fermanı Müslim veya Gayrımüslim tüm Osmanlı yurttaşlarına her alanda eşitlik vaat ediyordu. Bunu gerçekleştirebilmek için, lâik bir hukuk düzeninin kurulması lazımdı. Böyle bir düzenin hayata geçmesi ise lâik bir eğitim sisteminin varlığına bağlıydı. Osmanlı yöneticileri, 1838’ten başlayarak, Babıâli adı verilen yeni merkezi bürokrasiyi ayakta tutacak personeli yetiştirmek amacıyla, batı modelinde rüştiye muadili okullar açmaya başladı. Bunlardan mezun olanlar Babıâli’de kendi tercih ettikleri dairelerde istihdam edildi. Bu uygulama halkın yeni açılan okullara ve hatta genel olarak eğitime, daha fazla ilgi göstermesini sağladı. Ayrıca başlangıçta oldukça basit ve cılız olan bu okullar giderek kök salmaya ve lâik eğitim sisteminin temel taşlarını oluşturmaya başladı.

1846 yılından itibaren rüşdiye sayısında artışlar meydana geldi. Buradan da yüksek öğrenim kurumu olarak medreselere devam ediliyordu. Fakat Rüştiyeler yüksek öğrenime hazırlık açısından lise eğitiminden çok ortaokul konumunda bulunuyorlardı. Bundan dolayı Rüştiye ile Medrese arasındaki boşluğu giderecek ara eğitim veren lise tarzı müesseselere ihtiyaç duyuluyordu. Eğitimdeki bu boşluk genellikle Türkler için geçerli bulunmaktaydı. Buna karşılık Gayrımüslim ahali sahip oldukları mektepler itibariyle böyle bir boşluk hissetmemekteydiler. Türklerin bu şekilde yetersiz eğitim almaları, hâkim milletin seviyesini diğer unsurların seviyesinden aşağı indiriyor ve yüksek okullara giden veya başka bir yerde istihdam edilenlerin yeteri derecede hazır olmamalarına sebep oluyordu. Bu hale bir son vermek üzere öncelikle büyük masraflarla Paris’e öğrenciler gönderilmiş ve bunların orada Mekteb-i Osmanî adı verilen müessesede en iyi hocalardan ders almak üzere tahsil görmelerine çalışılmıştı. Fakat bu uygulama uzun sürmedi.

Sultan Abdülaziz 1867 yılında yapmış olduğu Avrupa seyahatinde gördükleri karşısında etkilenmiş ve başta eğitim olmak üzere çeşitli alanlardaki icraatların ülkemizde de uygulanması zaruretine inanmıştı. Nitekim padişah, dönüşünde nazırlara eğitime çok önem vermek gerektiğini anlatmıştı. Zaten dönemin önde gelen devlet adamları Âli ve Fuat Paşalar da bu hususta onunla paralel düşünüyorlardı. Fransa elçisi M.Bourrée de bu konuda teşvikçiydi. Elçi, Osmanlı hükümetini devletin çeşitli şehirlerinde liseler açmaya ikna etmeye çalışıyordu. Bu şartlar çerçevesinde çocuklara, ailelerinin nezareti altında tahsillerini tamamlamalarını sağlayacak ve onlara hangi milletten olurlarsa olsunlar edebi ve fenni bilgiler verecek okulların yapılmasına girişilmesi uygun görüldü. Bu suretle Osmanlı idaresinin hoşgörülülüğü de vurgulanmış olacak, aynı zamanda çeşitli milletlere mensup çocuklar Osmanlılık bilinci ile yetiştirilmiş olacaklardı.

İlk tecrübe olarak, Beyoğlu’nda kışla olarak inşa edilmiş, Boğaza nazır Galata Sarayı binasında bir okul açılması uygun görüldü. Burası daha sonra diğer vilayetlere açılacak liselere örnek teşkil edecekti.  Mekteb-i Sultani adı verilen okulda tedrisat esas itibariyle Fransızca olacak, fakat bazı dersler Türkçe gösterilecekti. Mektebin müdürü ve bazı hocalar Fransız olacağı gibi ders nazırı da müdir-i sani unvanı ile yine Fransız olacaktı. Mektepte Türkçe ve Fransızca olmak üzere iki ayrı kısım bulunacaktı. Fen bilimleri ağırlıklı dersler Fransızca, sosyal bilimler ağırlıklı dersler ise Türkçe okutulacaktı. Mektepte Müslüman ve Gayrımüslim öğrenciler bir arada okuyacaklardı. Mektebe ilgisini esirgemeyen Fransa, bu vesile ile şarktaki nüfuzunu arttırma çabası içindeydi. 

Bu şekilde kuruluş çalışmaları tamamlanan Mekteb-i Sultani 1 Eylül 1868 tarihinde 341 öğrencisi olduğu halde eğitim vermeye başladı. Bu öğrencilerden 147’ si Müslüman, 48’ i Gregoryen Ermeni, 36’sı Rum, 34 ‘ü Musevi, 34’ü Bulgar, 23’ü Katolik Latin, 19’u ise Katolik Ermeni idi. Mektepte dışarıdan ders takip etmek isteyenler için de sınıf tahsis edilmişti.

Mektebin açılışı ile beraber bir takım tepkiler de ortaya çıktı. Buna göre Rusya siyasi sebeplerle, yani Fransa’nın nüfuzunun artmasından duyduğu endişe ile Mekteb-i Sultani’ye karşı idi. Rumlar Yunancanın ders programları arasında bulunmamasından rahatsızlık duymaktaydılar. Museviler ise Hıristiyan bir müdürün yönetimindeki mektebe öğrenci göndermekte çekingen davranmışlardı. Katolikler de çeşitli milletlere mensup öğrenciler arasında Katolik çocuklarının ahlaklarının bozulacağını düşünmekteydiler. Hatta Papa mektebe Katolik öğrencilerin gitmesini yasakladı. Fransa’nın girişimiyle bu yasak kaldırıldı. 

Mekteb-i Sultani İstanbul basınında iyimserlikle karşılandı. Gazeteler çocuklarını okutmak isteyen aileler için çok güzel bir fırsatın ortaya çıktığını, Avrupa’dakiler ayarındaki bu okulun meyvelerini vermeye başladığında memleket için önemli katkılar sağlayacağını yazdılar. Bu dönemde Avrupa’da faaliyet göstermekte bulunan Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi Yeni Osmanlılar ise mektebin kurulmasını şiddetle tenkit ettiler.  “Bir Türk çocuğunu keçi sakallı Fransız hocaların eline bırakmanın zararlı olduğu” şeklinde yorumlarda bulundular.  Aleyhteki bütün görüşlere rağmen,  başta Sultan Abdülaziz olmak üzere, Sadrazam Âli Paşa ve kuruluşa ön ayak olan diğer devlet adamları, ülkenin geleceği olarak gördükleri bu okulun yaşaması için büyük gayret gösterdiler. Sonuçta Mekteb-i Sultani tedrisata başladı ve giderek ülkenin en önemli eğitim müesseselerinden biri haline geldi.

Mekteb-i Sultani’nin kuruluşunda ve sonra geçirdiği aşamalarda Fransa’nın oynadığı rolü fazla abartmamak gerekir. Esas olarak Osmanlı Devlet adamları böyle bir okulun ihtiyacını hissediyorlardı. Dolayısı ile bu uğurda büyük fedakârlıklar gösterdiler. Fransa’nın katkısı ise eğitim sistemi açısından örnek teşkil etmek yanında, bazı öğretmenlerin teminine yönelikti. Bununla beraber Fransız öğretmenlerin maaşları Osmanlı Devleti tarafından ödenmekte idi. Üstelik bunlar kâğıt para kabul etmemişler, maaşlarının Osmanlı altın lirası üzerinden ödenmesini özellikle talep etmişlerdi. Nitekim uygulama da böyle oldu. Eğitim programlarının hazırlanmasında da Fransız sistemi örnek alınmakla beraber, uygulama tamamen aynı olmadı. Ülke ihtiyaçları göz önünde bulundurularak o dönem Fransız liselerinde daha az önem verilen matematik, temel bilimler, muhasebe, tarih, coğrafya, teknik resim gibi dersler Mekteb-i Sultani’de ağırlığı teşkil etti.  

Mekteb-i Sultani’de kuruluştan Cumhuriyet dönemine kadar sırasıyla, Mösyö De Salve, Vahan Efendi, Fotyadi Bey, Sava Paşa, Ali Suavi Bey, Ali Nizami Paşa, Halil Efendi,  Karaca Paşa, İsmail Bey, Abdurrahman Şeref Bey, Emrullah Bey, Mustafa Azmi Bey, Tevfik Fikret Bey, Salih Zeki Bey, Salih Arif Bey, Aynizade Hasan Tahsin Bey müdürlük yaptılar. Bunlar arasında İsmail Bey, Abdurrahman Şeref Bey ve Tevfik Fikret uygulamalarıyla mektepte önemli bir iz bıraktılar. 

1874 yılında mektep bünyesinde Darülfünun-ı Sultani adıyla bir üniversite açıldı.  Mühendislik, Hukuk ve Edebiyat şubelerinin bulunduğu söz konusu yüksek okul aralıklı olarak 1881 yılına kadar hizmet verdi. 

Mekteb-i Sultani’de spor her zaman için önemli olmuştu. Daha kuruluş yılından itibaren ders programlarında jimnastik dersine yer verilmiş ve bir de spor salonu açılmıştı. Bu sebeple öğrenciler arasında sporun her dalına merak saran başarılı gençler yetişti. 1905 yılında 11. sınıf öğrencisi Ali Sami (Yen) ve arkadaşları Türkiye’nin ilk futbol kulübü olarak Galatasaray’ı kurdular.

Mekteb-i Sultani binası 1907 yılında meydana gelen yangın neticesi önemli hasar gördü. Daha önce, 1870 yılında çıkan büyük Beyoğlu yangını mektebin kapılarına kadar gelmişse de herhangi bir zarar vermemişti. Fakat İkinci Müdür Mösyö Feuillet’in odasından çıkan 1907 yangını mektebin ahşap iç aksamını tamamen yok etti. Sadece taş duvarlar kaldı. Yangında can kaybı olmadı. Ama kütüphane, müze ve arşiv tamamen yandı. Öğrenciler bir yıl Beylerbeyi’nde geçici olarak oluşturulan barakalarda eğitim yaptıktan sonra,  1909 yılından itibaren,  yeniden inşa edilen Beyoğlu’ndaki binaya geri döndüler. 

Bu esnada müdürlük makamında bulunan ve Galatasaray Lisesi’ni  “Batıya açılan pencere “ olarak nitelemesiyle tanıdığımız Tevfik Fikret görevi sırasındaki icraatlarıyla gerek öğrencilerin, gerekse öğretmenlerin gönlünde taht kurdu. Tevfik Fikret maiyetindekileri, bağırıp çağırarak ve zor kullanarak yola getirme düşüncesinde değildi. Herkesin kendi mesuliyetinin bilincinde olarak hareket etmesini öğütlüyordu.  Bu suretle sınıflarda, yemekhanede ve yatakhanede tam bir düzen sağlanmıştı. Tevfik Fikret mektepteki disiplin yanında,  eğitime de özel bir çaba harcıyordu. Konferans salonu yanında, mektebe yeni laboratuarlar, fizik anfisi, kütüphane, eczane ve revir gibi eserler kazandırmıştı. Konferans salonunda talebeye konferanslar veriyor, okunan derslerle ilgili veya hariçten seçilmiş konular üzerinde sohbetler yapılıyor, nutuklar söyleniyordu. Bazen bu konferanslarda sınıf öğretmenleri de hazır bulunuyordu. Bunlardan başka ara sıra şiir ve nesir parçalarını da güzel okuma tecrübeleri yapılıyor, bu suretle öğrenciler okuduklarını, dinlediklerini iyi anlamaya ve iyi söylemeye alıştırılıyorlardı.